Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası yaşanan gelişmeler, eylemlilikler ve kitlelerin sokağa çıkışı, bunların karşısında devletin baskısı, polis şiddeti ve benzeri olayların asıl eksenini, burjuva iktidarının kayıkçı dövüşünün oluşturmakta olduğu, görmek istemeyen gözlerin bile önünde beliren bir gerçeklik oluşturmaktadır.
Zira basına yansıyan gelişmelerden görülmektedir ki AKP – Erdoğan iktidarının döneminde palazlanan ve bir nevi varlığını dahi bu iktidar sayesinde mevcut kılan 5’li çete denilen yağmacı müteahhit tayfası bile Ekrem İmamoğlu ile çeşitli ekonomik ilişkilere girmiş, yaşanan süreçte Erdoğan iktidarının düşüşünün “kaçınılmazlığını” görmüş ve düşünmüş olmalı ki, İmamoğlu ile otel toplantıları vs. yapmaktan çekinmemiştir. Bu anlamda 5’li çete dışında da sermayenin büyük kesimi İmamoğlu’na yönelmiş, burjuva iktidarının kaptan kamarasının değişimine şimdiden hazırlıklı olmanın yollarını aramışlardır.
Elbette Erdoğan iktidarının uzun süreli geçmişi ve burjuva iktidarının gerçek anlamda restorasyonu sürecinin ana öznesi olması, dış konjonktür ve diğer gelişmeler (ekonomik kriz, çürüme ve yolsuzluk vb.) dolayımı ile kendi iktidarını kurmanın yoluna dair her türlü yol ve yönteme başvurabilecek bir pervasızlığı taşımaktan çekinmeyecek bir pratiğe gireceğini Haziran ayaklanmasından bu yana göstermekteydi.
İşte böyle gelişmelerin ortasında, sermayenin iki ana grupta bloklaşmış siyasal temsilcilerinin kayıkçı dövüşünün devam ettiği koşullarda kitleler sokaklara döküldü ve zaten pek çok açıdan kırılgan olan rejimi sarsacak nitelikle ve kitlesellikte eylemlerle sokakları kuşattı. İsyana kalkan kitlelerin eylemleri gerçekleştirmesinin ana ekseni “seçmen iradesine dokunma!” talebi merkezinde şekillenen kabaca daha fazla “demokrasi” diye nitelendirebileceğimiz bir talep oluşturmaktaydı.
Kitlelerin bu eksende bir talep ve istemle sokağa çıkmalarında, eylemli bir sahiplenme içerisinde olmalarında şaşılacak bir durum yok. Ama asıl şaşılacak olan sözüm ona devrim ve sosyalizm iddiası ile siyasal mücadele içinde olanların bu konuda burjuvazinin siyasi temsilcilerine taş çıkaran bir tutum ve pratik içinde olmalarıdır.
Bu da bize devlet-demokrasi sorunlarında Marksist teoriyi hatırlamayı ve hatırlatmayı zorunlu kılmaktadır.
DEVLET – SINIF EGEMENLİĞİNİN BASKI ARACIDIR!
Yaşadığımız toplumsal düzenin adı kapitalizm ve bu düzenin temelinde üretim araçlarını tekeline almış bir azınlığın toplumun geri kalan çoğunluğunu sömürdüğü, toplumsal mülkiyetlerini gasp ettiği çoğunluğun sömürüsünü çeşitli ideolojik aygıtlarla meşrulaştırıp kitlelerin rızasını ürettiği, bunu üretemediği koşullarda ise baskı aygıtlarını devreye sokup “zor” ile bu rızayı yarattığı bir toplumdur. Bu aygıtların koordinasyonu ve düzenlenmesi, kumanda merkezini zorunlu kılmakta. Devlet bu kumanda merkezi olmaktadır.
Asker, polis, yargı ve parlamento gibi kurumların her biri bu merkezin çeşitli aygıtlarıdır. İdeoloji ve baskı, “zor” aygıtları olarak devletin, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda devreye soktuğu aygıtlar olmaktadır. Pratikte her toplumsal olay ve gelişme karşısında bu durumu sürekli görmekteyiz. 4 - 5 yılda bir yapılan seçimler ile seçmen iradesinin tescili yoluyla kimin hükumet olacağına kitlelerin oylarının karar vereceği yanılsamasını yaymak, kitlelerin bu yönetimleri kabul etmediği koşullarda polis ve asker ile şiddetle bastırmak, bunların da yetmediği koşullarda ise yargı yoluyla kitleleri bastırmaya devam etmesiyle karşışılaşmaktayız. Onun için İmamoğlu ve CHP her fırsatta polise, askere ve yargı kurumlarına dair bir yanılsamayı besleyen tutum ve açıklamaları yapmaktan geri durmamakta, sözde devrim ve sosyalizm iddiasında olanlar da bu yanılsamanın beslendiği oyunun figüranı olmakta hevesli davranmaktadır.
DEMOKRASİ: SINIF DİKTATÖRLÜĞÜNÜN SİYASAL BİÇİMİ
Sermayenin kitlelerin bilincini bulandırmada kullandığı en önemli enstrüman parlamenter temsiliyet ve “oy hakkı” yani demokrasidir. Nitekim, seçimler ve bu yolla çeşitli aktörlerin yarıştığı bir siyasal rekabet yanılsamasının kendisi ile kitlelere sanki kendi iradeleri ile kendi kaderlerine karar verdiği yanılsamasını pompalayan bir zeminin oluşturulduğu düzleme demokrasi denilmektedir.
Demokrasi burjuva diktatörlüğünün siyasal yönetim biçimlerinden biridir. Tıpkı faşizm, bonapartizm, otokrasi ve diğerleri gibi. Temel farklılıkları sömürünün uygulanma biçiminden çok, kitlelerin rızasının bağlanmasında kullandığı yöntemle ilgilidir. Burjuva demokrasisi bu anlamda sermaye diktatörlüğü için en ideal yönetim biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olgu onun bir anda baskıcı ya da zor aygıtlarını devreye sokup sokamayacağı anlamına gelmemektedir. Nitekim yaşadığımız topraklarda da 23 yıldır hükümet ve iktidar olan AKP-Erdoğan gerçekliği dahi burjuva iktidarının iki yüzlülüğünün yansıması gibidir. Bir büyük demokrat, ordu vesayetini sonlandıran liderden, Gezi’de insanları katleden, kendi burjuva hukukunu hiçe sayan bir figüre dönmüştü. Benzer şekilde zıt bir paralellik izleyerek Kürdistan’da da AKP-Erdoğan iktidarı benzer bir yönelim içinde olmuştu. Uğur Kaymazların, Ceylan Önkolların, küçük Kürt çocuklarının katili, işkencecisi ve zindanlarda zulmedeni olan Erdoğan, birden çözüm süreci ile barış güvercinine dönüşebilirken, sonrasında yine masaları devirip şahin olabiliyor.
Barış güvercininden savaş şahinine bu hızlı geçişler sözde “Marksist” burjuva ve küçük-burjuva demokratlarını şaşırtabilir, ki nitekim şaşırtmıştır da. Erdoğan’ı kuşatılmış, çevresi tarafından rehin alınmış bir demokrat olarak tarifinden, kendisi iyi çevresi kötü tutumunun alınmasından tutun, Ergenekon’un devleti yeniden ele geçirdiği teorileri gibi icatlar yapanların bugün İmamoğlucu - CHP yancısı pozisyonları da kimseyi şaşırtmamalı.
SERMAYE İKTİDARINA KARŞI ONUN SİYASAL TUTUM VE TALEPLERİ İLE MÜCADELE EDİLEMEZ!
Karşımızda bir siyasal öznenin kesintisiz 23 yıllık hükümet ve iktidar süreci var. Bu süreç içinde demokrasi havarisinden, baskıcı bir “diktatöre” çok kısa zaman dilimlerinde geçişler karşımıza çıkmakta. Bunun karşısında mücadele iddiasında olan komünist devrimcilerin mücadele programının temeli ne olmalıdır?
Yaşadığımız topraklarda, komünistlik iddiasındaki politik öznelerin hemen hemen tamamı burjuvaziye karşı burjuva demokrasisinin programları ile çıkmanın doğru olduğu iddiası içerisinde. Sözde Troçkist politik öznelerin de hemen hemen hepsi aynı tutuma sahip. Kurucu meclis çağrısından, erken seçin talebine, seçmen iradesine saygı gösterilmesi ile gerekçelendirilen İmamoğlu’na özgürlük talebinden, CHP mitinglerinde süs ve renk olarak arz-ı endam göstermeye kadar binbir garabet ve saçmalık, devrimci ve sosyalist tutum adına karşımıza çıkarılmakta.
Oysa genel oy hakkı dahi Engels’in ifadesi ile en fazla işçi sınıfının bilincini ölçme aracından başka bir ölçü dahi değilken, hangi seçmen iradesinden bahsedilebilir ki? Her 4-5 yılda bir yapılan seçimler ile sanki onların iradesi tecelli ederek geleceğine dair karar verdiği yanılsaması yaratılırken bunu besleyen politik ve pratik tutumların kendisi hangi devrimci sonuçları üretebilir?
Burjuvaziye ve onun iktidarına karşı kurucu meclis talebinin kendisi de ideal bir burjuva yönetim biçiminin sanki mümkün ve olanaklı olacağının yanılsamasını yaratmaktan başka hangi siyasal sonucu üretecek?
Sözüm ona Marksist geleneğe bağlanmak adına burjuva parlamenter geleneğin olmadığı coğrafyalarda uygulanan bir taktiği emperyalist çürüme çağının dip yaptığı bir düzlemde bayraklaştırmak komünist devrimcilikle burjuva demokratlığının ayrımlarının farkında olmamaktır.
Komünist geleneğin taktiksel pratiklerine bağlanmakta bir beis görmeyenler, mesele komünist geleneğin programatik hatlarına, bunun doruk noktası olan Komintern’in ilk 4 kongresindeki somutlanan zemine, 4. Enternasyonal için oluşturulan mücadelede uluslararası sol muhalefetin programatik üretim ve katkılarına bağlanmakta ve bayraklaştırmakta ayak diretmesi, burjuva halk cephecilikte ve koalisyonculukta ısrar etmeleri, pozisyonlarını belirleyen sınıfsal zemin ve bunun politik yansımaları hakkında bir fikir verir sanırız.
Kitlelerin “demokrasi”, “özgürlük”, “seçmen iradesi” vb. talep ve sloganlarla alanlara çıkması anlaşılır ve haklı iken, kendine komünist diyenlerin bu talep ve sloganları bayraklarına yazması burjuva cephaneliğini güçlendirmekten başka bir anlam taşımayacaktır. Komünist devrimcilerin bütün pratik politikalarına temel oluşturan eksen proletarya diktatörlüğü ve proletarya demokrasisinin propagandası ve savunusundan başka bir şey olmamalıdır.
Seçmen iradesi değil, kendi kaderine kendisinin karar verdiği doğrudan demokrasi organları olan Sovyetlere dayanan bir iktidar, yani proletarya diktatörlüğü!
Bir avuç kapitalist ve onların asalaklarının kaderlerimize karar verdiği biçimsel “demokrasi”ye hayır! İşçilerin emekçilerin ve toplumun bütün ezilenlerinin iktidarı!
Burjuvazinin siyasal temsilcilerinin iktidar dalaşının biz işçi ve emekçilere sunabileceği hiçbir şey yok! Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır.
CHP’siyle, DEM’iyle, burjuva siyasal öznelerle kurulacak burjuva halk cephelerine hayır! Bir işçi hükümeti için birleşik işçi cephesini inşa edelim!
Burjuva diktatörlüğüne karşı proletarya diktatörlüğü, burjuva ahırına yani meclisine karşı, mahalle mahalle kurulacak meclisler ve Sovyetler için ileri!